İÇİNDEKİLER
Alevilerde Mum Söndü İftirası
Mum söndü; Alevi-Sunni toplumu arasındaki çatışmaya dayanan, yıllardır azınlıkta kalmış olan Alevilerin ibadetlerini benimsemeyen kesim tarafından yıldırıcı iftira politikasının ardına sığınılarak yapılan; Alevi toplumunu küçük düşürücü ve ibadetlerin amaçlarını saptırıcı bir söylemdir. Bu yazımızda Alevi-Kızılbaş kesimine yapılan mum söndü iftirası’nın temelini, nedenini, gerçeğini ve hukuki boyutta suç vasfını inceleyeceğiz.
Ancak bundan evvel mum söndü söyleminin iftira olduğunu daha kolay açığa çıkarmak için Alevilerde mumun anlamının ve cemde yerinin, aile topluluğunun birliğinin, toplumun eşitlik-demokrasi anlayışının, kadınlara verilen değerin başlı başına incelenmesi gerekir. Bu sebeple kısaca bu konular üzerinde durulacak ve akabinde okuyan değerli zihinler bu söylemin iftira olduğuna kendi fikir ve mantık haritasıyla ulaşacaklardır.
Alevilerde Mumun Anlamı:
Mumun kavram tanımı; binlerce yıldır kullanılan bir aydınlatma aracı ve dinsel ayinlerde kullanılan bir simgedir, açıklamasını içerir. Ortaçağda dini ayinlerde, sonrasında dini ritüellerde, Türk ibadet sisteminde ise Alevi-Kızılbaş kesiminde dini ibadetlerde kullanılmıştır.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Alevilik
Şah Hatai deyişinde;
Şu Aleme bir nur doğdu Muhammed doğduğu gece Yeşil Kandiller yandı Muhammed doğduğu gece, |
|
Pir Zöhre Ana Gülbeng Duasında
Al yeşil kandiller yandı, Nurdan kundağa bağlandı Muhammed kalktı, bağırdı Muhammed doğdu bu gece, |
Görülmektedir ki binlerce yıl evvel gelmiş olan Pir Şah Hatai’nin bildirdiği deyişte “aleme nur doğuşu, kandillerin yanması ile simgelenmiştir” yine “Muhammed Mustafa’nın doğduğu gece, nurun yeryüzüne indiği gece olarak” simgelenmiş; mumun evliyanın nurunu ifade ettiğini, ışığını yansıttığını, iki cihanda varlığını yaşattığını göstermiştir.
Yıllar sonra 20. Yüzyılın evliyası olarak bilinen Pir Zöhre Ana’da Mehtaptaki Erenler kitabında, Aleviliğe bıraktığı değerli mirası olan nefeslerinde Muhammed Mustafa’nın doğduğu günü anlatan Gülbeng Dua’sında; “al yeşil kandillerin yanmasını, Muhammet Mustafa’nın nurunun cihana gelmesi” ile ifade etmiştir. Pir Zöhre Ana mumun önemini belirtirken, “mumun evliyanın ışığı olduğunu, türbelerde yakılan mumların orada yatan gerçeklerin varlığını batında ve zahirde bildirmek” olarak açıklamıştır.
Cem ibadetinde ise mumun yeri ayrıdır. Yakılan üç mum Yüce Allah, Hz Muhammed ve Hz Ali’nin ışıklarını bildirerek cem ibadetlerinde gerçekleri simgeler. Alevilerin ibadetlerine ışık olan, mana denizine yelken açan bu simgenin yüceliği ortadadır. Bu demektir ki; Aleviler için sapkın ifade olarak kullanılan “mum söndü iftirası” akıl ve mantık gereği, Aleviler tarafından böyle değerli ve anlamlı bir simge ile örtüşemez. Çerağ-mum Aleviler tarafından evliyanın ışığı olarak değerlendirilmişken, bu toplumu küçümsemek, ibadetlerine din adı altında yer vermek istemeyen toplum için aynı simgenin sapkın bir ifadeye döndürülme çabası ortaya çıkmaktadır. Çünkü Aleviler için mum denilince akla evliyalar, dilekler, muratlar gelir ancak bozuk zihniyetli toplumlarda “mum söndü” iftirası gelmektedir.
Alevilerde Aile Topluluğu:
Aleviler Allah, Muhammed ve Ali kutsallığını kalplerinde taşıyan ve bu değerlere hayatlarında özel bir yer veren bir topluluk olarak var olmuştur.[1] Cem ibadetlerinde bu topluluk aynı inanç, ikrar üzerinde birleşmiş ve ibadetlerini birlik içinde yürütmüşlerdir. Keza Alevilerde aile yapısının anlayabilmek için; “ikrar”, “cem”, ve “müsaiplik” kurumlarının özünü bilmek gerekmektedir.
Sözlük anlamı olarak söz vermek, akit ve biat yapmak anlamına gelen ikrar sözcüğü, Alevîlikte inancını beyan etmek demektir. Alevîlik’te ikrar alan kişi, artık yalan söylememeye, haram yememeye, zina etmemeye, hırsızlık yapmamaya ve kimsenin kusur ve ayıplarını araştırmamaya post sahibi olan Pir’in önünde söz verir.[2] İkrar basit bir söz olmayıp, sözünde durmayan kişi alevi toplumunda görüldüğü üzerine dede önünde düşkün ilan edilir. Bu da Alevilik yoluna layık olmadığının, sözüne uymadığının, nefsine sahip çıkmadığının ifade ediliş biçimidir.
Cem ise; Alevî toplumunu bir arada tutan ve Alevî aileleri arasında birlik, beraberlik ve dayanışmaya vesile olan ve dayanışmayı sürekli hale getiren, semah dönülen, saz ile evliyaların nefeslerinin/deyişlerinin söylendiği ve duaların edildiği bir ibadettir. Cem ibadetinde, kadın erkek cinsiyetinin arasında ayrım yapılmadan herkes bulunur. Yine cem’de küçükten büyüğe, gencinden yaşlısına herkes bulunarak ibadetini yapar. Cem’de esas alınan; tüm herkesin eşit yaratıldığı ve ibadette kardeş olunduğu, kimsenin kimseye yan gözle bakmadığı, Hak ve Ehlibeyt temelli sohbetlerin edildiği, öğütlerin verilerek gençlerin eğitildiği, alevi toplumunun özünü, ahlakını yetiştirdiği bu düsturdur.
İlgili Bağlantı:
Cem Nedir?
Pir Zöhre Ana’nın bildirdiği nefeste de;
Gelin bire dizilek,
Hakka koyun güdülek
Gökte güneş doğuyor
Nuru ile bezenek
Diyerek, ibadete gelen canların hakka kurban olacak derecede kendilerinden geçtiğini, cem sohbetinde anılan evliyaların nurundan şefaat almak için birlik olduklarını ve cemde de ibadetin böyle yapıldığından bahsetmiştir.
Musahiplik Alevîlerde iki aile arasında gerçekleştirilen ve onları birbirine yakınlaştıran ve kaynaştıran dünyevî ve uhrevî yönü bulunan bir kardeşlik akdidir[4]. Bu kardeşlik akdi, hem İslâmiyet’ten hem de eski Türk geleneklerinden izler taşımaktadır. Nitekim kurumsal bir yapı görünümde olmasa da eski Türklerde savaşa giden “Alp Erenlerin” yol arkadaşlığı şeklide kendi aralarında tesis ettikleri bir sözleşmedir[5].
Pir Zöhre Ana tarafından musahiplik Mehtaptaki Erenler Kitabında şöyle bildirilmiştir;
“Hz. Ali ve Hz. Muhammed’in dedeleri, İmam Rıza ve Abdulmuddalip, henüz Hz. Muhammed kırklıyken, Mekkeden Medine’ye göç etmişlerdi. Yol boyunca birbirlerine mal, mülk ve can beraberliği yapmışlar; bu kardeşlik duygularıyla da göç yolunu tamamlamışlardı. Medine’ye gelip yerleştikten sonra İmam Rıza ve Abdulmuddalip Allah’ın huzurunda divana durmuş, ahrete göçene kadar yol kardeşi olacaklarına söz verip diz üstüne gelmişlerdi. Deve kurbanı kesip lokma vermişlerdi. Alevilikte, Oniki İmamlar yolu, Muhammed Ali musahip kardeşliği bunlardan kalmıştır. Hakta yeri olan, çok büyük ve kutsal bir ibadettir.”[6]
Alevîlerde, aileler arasında din kardeşliği ya da musahiplik adı altında kurulan dayanışma, zamanla kan bağından gelen kardeşlikten daha öteye de taşınmıştır. Öyle ki Alevîlerde muhasip çocukları yedi göbek evlenememektedir.
Alevilerde; cem ibadeti, ikrar ve musahiplik yapısı aile içindeki yapıyı gözler önüne sermektedir. Toplumun bu yapısı aile içinde ve diğer aileler arasında var olmaktadır. Dolayısıyla herkes herkese cemde kardeş gözü ile bakar, ikrarını verir ve hakta yeri olan musahip kardeşliği edinirler. Bu toplumda, hem de cem ibadetlerinde “mum söndü” yapıyorlar iftirasını atmanın amacı açıkça ortaya çıkmaktadır. Böyle güzel bir birlik başka türlü karalanamaz, yayılmasına engel olunamaz, bilhassa her bir taşın yerli yerine oturtulduğu açığa çıkarsa, azınlıkta kalamaz ve egemen toplum olan sunni kesimin inanç ve ibadetlerine ters düşerdi.
Alevilikte Demokrasi ve Eşitlik:
Mustafa Kemal Atatürk’ü kendilerine rehber edinen, cem evlerinde, türbelerde resimlerini ve büstünü gururla taşıyan aleviler Pir Zöhre Ana’nın bildirdiği üzere Atatürk’ü evliya olarak benimsemişlerdir. Yüz yıllardır kadın-erkek eşitliği bilen, erkek çocuklarıyla beraber kız çocuklarını da okutan, hiçbir ayrım yapmayan, eğitime önem veren Alevi toplumu Mustafa Kemal Atatürk’ün demokrasi, eşitlik ve bilim yönünü, Hacı Bektaşi Veli’den ilim yönünü, Celal Abbas ve diğer tüm pirlerinden Ehlibeyt’e yaraşır güzelliklerini alarak, kendi toplumuna ait el, dil, bellerine sahip çıkma düsturu ile EDEP erkanına dayalı bir öz yeşertmişlerdir.
Tarihçi Ali Kaya Alevîlik tanımının anlamını geniş anlatımla şöyle açıklamaktadır: ‟Alevîlik; dini Îslâm, kitabı Kurʼân, Allahʼa kul, Hz. Muhammedʼe bağlı, Hz. Hüseyinʼin yolunu süren, Hacı Bektaş-ı Velîʼnin eline, beline, diline sahip ol düsturunu ilke edinen, iyi düşünce, iyi söz ve iyi davranışta kendini bulan, Tanrı korkusu yerine, sevgisini benimseyen, zâhiri bâtınla, bâtını zâhirle birleştiren, şeriat kapısını aşıp marifet yoluyla hakikat dünyasına ulaşan, Kurʼânʼın şekline değil, özüne inen, akıl ve gönül ile ruhsal olgunlaşmaya varma yoludur.ˮ (Kaya, 2012: 365).[7]
Alevilikte Kadının Önemi:
Alevilikte kadın-erkek eşitliği vardır; “can” vardır. Bir ibadet biçimi olarak cemlerde, kadın erkek bir arada bulunur. Görüldüğü üzere kadın ne bir adım geride ne erkek bir adım öndedir. Boşanma ise Şer’i hukukta (İslam hukukunda) olduğu gibi tek taraflı olarak erkeğin istemine bağlı değildir.
İbrahim Bahadır’ın Alevi-Bektaşi Kadın Dervişler (2004) adlı çalışmasında Alevilikte cinsiyetler arası eşitlik söylemi, Hz. Fatma, Kadıncık Ana, Anşa Bacı gibi tarihteki önemli kadın figürlerin Alevi inancı içindeki konumları gözetilerek temellendirilmiştir, demektedir. Yaşar Seyman ise “Alevi-Bektaşi Geleneğinde Kadın ve Günümüz Sosyal Yaşamındaki Yeri” (2001) adlı makalesinde, “Alevi- Bektaşi kültüründe kadın erkek eşit eğitilir. Bakış açısı onları hiçbir alanda erkekten ayırmaz” yaklaşımıyla, eşitlik söylemini eğitimle ilişkisi içinde açıklamaya çalışmaktadır.
Yine Alevilikte kadınlara verilen değerin en güzel örneği 20. Yüzyılın kadın evliyası olan Pir Zöhre Ana’da görülmektedir. Zöhre Ana, gelin sıfatı ile posta oturmuş bir evliya olarak, yüz binlerce Alevinin sevgisini, saygısını ve en başta inancını kazanmış, sözleri ile Alevi canları birleştirmiş, gençlerin önünü açarak onların eğitimleri için öncü olmuştur. Postta oturan kadın sıfatında evliyaya verilen değer, binlerce yıl önce Hz Fatıma’ya verilen değer ile aynıdır. Bu demek oluyor ki Alevilikte kadının önemi hep aynıdır, baş tacıdır.
Açıkça görülen şudur ki; kadına böylesine değer veren bir toplum, “mum söndü” gibi iddialarla iftira edenlerin söylemi ile “annesini ve kız kardeşini” bilmez olarak değerlendirilemez. Alevi toplumunun aile boyutunu, kadına verdiği değeri, ibadetini ortaya koyma sebebimiz açıkça bu iftiranın hedef olduğu kesimin doğru tanınmasıdır. Bilhassa doğru tanıdıkça değerleri ile zıt düşen bu iftiranın yanlışlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Kırk yılı aşkın bir süre Osmanlı topraklarını gezmiş gezgin Evliyâ Çelebi (öl.1658), Seyahatnâmesi’nde Kızılbaşlarla ilgili olarak dile getirilen “mum söndürme” iddiasının temelsiz olduğunu, “mum söndü yapılıyor” denilen yerleri sayısız defa gezdiğini ancak böyle bir şey görmediğini, bunun asılsız bir itham olduğunu söylemiştir. Ona göre bu iddianın temeli genel olarak insanoğlunun, dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yerici olmasına dayanmaktadır (Dankoff 2009: 702). Önemine binaen Evliyâ Çelebi’nin “mum söndürmek” ile ilgili görüşünü aynen aktarmak gerekirse;
Son söz olarak mum söndürme hadisesi… 1056 senesinde Erzurum’dan İran’a gittim ve 1055 tarihinde Bağdat’tan yine İran’daki Hemedan ve Dergüzin’e kadar gittim ve 1077 tarihinde Kırım bölgesinden Dağıstan’a ve oradan İran’ın demir kapısı, Şirvan Şamakisi ve Gilan Baküsüne vardım ve yine şimdi bu Rumiye, Hoy, Merend, Tesu, Kumla ve Tebriz diyarlarını gördüm. Mum söndürme dedikleri şeyi ve öyle bir amaçla toplanan bir topluluk görmedim. Fakat bu dünya halkı dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yericidir. Bu aciz kul Bağdat’ın fethinden itibaren o bölgeleri [karış karış] gezdim, dolaştım ve yine Sivas’ta efendimiz vali iken Keskin ve Bozok’ta pek çok hizmet ve görev aldım. Fakat öyle bir şey görmedim. Yine belirtmem gerekir ki bu [bildiği bilmediği] her şeye burnunu sokan halk Rumeli’nde Silistre eyaletinde Deli Orman ve Karasu beldesinde ve Dobruca vilayetinde Şah-seven ve mum söndürenler ve şah taclığı [elinde olan] erkek ve kadınlar vardır diye söylerler. Allah en iyi bilendir ki, bilakis oralarda elli kere bölgelerde severek görevler aldım. Fakat o şekilde şeriat dışı bir şey görmedim (Dankoff 701-702).[8]
Mum Söndü İftirasının Azınlık Politikası:
İslami kaynaklara bakıldığında ‘mum söndü’ ithamlarına maruz kalan fırka isimleri olarak karşımıza; Mazdekilik, Hurremdinilik, Babekilik, Deysanilik ve Karmatilik çıkmaktadır. Bu fırkaları zikretmemizin temel sebebi özellikle Babekilerden dolayı Müslümanların tarihsel hafızasının bu tür ithamlarla ilgili canlı olduğunu göstererek bu hafızanın egemen siyasi görüş tarafından diğerlerini ötekileştirip sindirmede kolaylıkla canlandırılabileceğini ortaya koymaktır.
Egemen olmaya çalışan dini topluluk diğerini gözden düşürmek için suçlayıcı ifadelere başvurur. Üstelik delillere başvurmadan ortaya attığı ithamlarla, küçük düşürdüğü toplumun kendini aklaması için delil sunmasını ister. Tarihe bakıldığı zaman bu ithamların yalnızca Alevilere değil, birçok azınlık toplumuna karşı kullanıldığını görüyoruz.
Mum Söndü İftirasının Tarihi:
Aleviler, Çaldıran Savaşı’ndan (1514) sonra –arka çıktıkları Safevi Devleti’nin yenilmesi nedeniyle- Osmanlı toplumunda muhalif olarak görülerek kuş uçmaz kervan göçmez yerlerde varlıklarını “kapalı toplum” hâlinde sürdürmek zorunda bırakılmışlardır.[9] Bu demektir ki, Aleviler kendi içlerinde kalmış ve baskılardan, zulümlerden kaçarak kendilerini var etmiş, yeri gelmiş gizlenmiş yeri gelmiş yakalanmamak için ışıklarını söndürmüş bir toplumdur.
Cem âyini için toplanılan köy odası vb. yerlere kadın erkek bir arada ibadet edilmesi Evliyâ Çelebi’nin ifadesiyle “dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yerici” olan kimi insanların böyle bir iftirayı ortaya atmasına neden olmuştur. Tabii meselenin Osmanlı-Safevi çekişmesine dayanan siyasi boyutu, bu önyargıya dayalı iftiranın yaygınlaş(tırıl)masına sebep olmuştur.
Bilinir ki bu toplum, dağ başında kendine kimsenin yaşadıklarından haberdar olmasın diye seçtiği evlerde, ışık huzmesinin görünmemesi için mumlar yakmış ve zulümden kaçmak için baskına gelenler kendilerini bulmasınlar diye de yaktıkları mumu söndürerek zifiri karanlığa gömülmüştür. Mum söndü olayının aslı bu iken, sapkın ifadelerle toplumu aşağılamak ve yüzyıllar süren bir iftira yaratmak onca masum inanın hakkına girmek demektir.
Mum Söndü’nin Hukuki Boyutu:
Mum söndü söyleminin hakaret olduğu mahkemeler nezdinde kabul edilmiştir. Keza eğlence programı sunucusunun program esnasında telefonla bağlandığı aileye elektrikler kesildiğinde “mum söndü mü oynuyorsunuz?” demesi üzerine, açılan davada bu söylemin hakaret olduğu kabul edilmiş, program yayından kaldırılmış ve sunucu da hem Alevilerden özür dilemekle hem de idari para cezası ödemekle yükümlü kılınmıştır.
Türk Ceza kanununda hakaret suçu şöyle düzenlenmiştir; Madde 125- Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden (…) veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.
“Mum söndü” mahkeme nezdinde hakaret olarak kabul edilerek, bunun onur, şeref ve saygınlığı hedef alan rencide edici bir söz olduğu, gerçeği yansıtmadığı, bu söylemin hareket boyutunda ele alındığı ortaya çıkmıştır. Demek oluyor ki bu söylemlere maruz kalan herkes, bu sözün kendisine hakaret olduğunu söyleyerek, dava açabilir ve haklı davasını kazanabilir.
Ayrıca Türk Ceza Kanununa göre; halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılamakta suç olarak düzenlenmiştir. Bu maddeye göre; “Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Mum söndü iftirası ile alevi toplumu aşağılandığı için bu madde de dava konusu olabilmektedir. Yine bu söylemin gerçek dışı, aşağılayıcı ifade olduğu da böylelikle ortaya çıkmaktadır.
SONUÇ:
Tüm başlıklardan ortaya çıkan sonuç; bu söylemin Alevi topluluğunu aşağılayıcı bir iftira olduğudur. Ayrıca bu sonuç sadece sosyolojik ve dini açıdan değil hukuki açıdan da kabul görmektedir. Bu iftiranın ortaya çıkışındaki diğer bir neden de psikolojiktir ve “kişi bilmediğinin düşmanıdır.” vecizesinde kendini göstermektedir. İnsanlar genellikle bilmedikleri konuda fazlasıyla ön yargılı olabilmektedirler. İşin içinde bir de Kızılbaşlık gibi Osmanlı devletinden kalma bir siyasi çekişme olunca bu önyargının kuvveti ziyadesiyle artmaktadır.
Öyleyse artık bu iftiradan önce bireysel olarak sonrada toplum olarak vazgeçmek gerekir.
K A Y N A K Ç A
* A. Bülent Ünal, Türkiye’de Günümüz Alevîliği Üzerine Bir Araştırma, İzmir, 2001
* ALEVÎ GELENEĞİNDE TOPLUM VE AİLE KAVRAMI – CommunityandFamily in AlawiTradition – Dr. Mehmet Kenan ŞAHİN
*(Köprülü 1984: 33-34).
* ALEVİLERE ATILAN “MUM SÖNDÜ” İFTİRASININ TARİHSEL KÖKENLERİ ÜZERİNE- Doç. Dr. Doğan KAPLAN * H. Bal, Alevi-Bektaşî Köylerinde Toplumsal Kurumlar, Ant Yay., İstanbul, 1997
* Mehtaptaki Erenler-Zöhre Ana-sf:10
* İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 5, Sayı 2, Kış (Aralık) 2016,
* Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi
* Evliyâ Çelebi (öl.1658), Seyahatnâmesi’
[1] A. Bülent Ünal, Türkiye’de Günümüz Alevîliği Üzerine Bir Araştırma, İzmir, 2001
[2] ALEVÎ GELENEĞİNDE TOPLUM VE AİLE KAVRAMI – CommunityandFamily in AlawiTradition – Dr. Mehmet Kenan ŞAHİN
[3] (Köprülü 1984: 33-34).
[4]CommunityandFamily in AlawiTradition – Dr. Mehmet Kenan ŞAHİN-sf:16
[5] H. Bal, Alevi-Bektaşî Köylerinde Toplumsal Kurumlar, Ant Yay., İstanbul, 1997
[6] Mehtaptaki Erenler-Zöhre Ana-sf:10
[7] İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 5, Sayı 2, Kış (Aralık) 2016,
[8] ALEVİLERE ATILAN “MUM SÖNDÜ” İFTİRASININ TARİHSEL KÖKENLERİ ÜZERİNE-Doç. Dr. Doğan KAPLAN
[9] Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi